“ÇUVALA SIĞMAYAN MIZRAK”: BALKAN TÜRKLÜĞÜ VE TÜRKLERİ

Üsküp Yunus Emre Enstitüsü eski Müdürü ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mehmet Samsakçı’nın Kuzey Makedonya’daki nüfus sayımı sonuçlarının ardından ülkedeki Türklere yönelik saldırılara ilişkin kaleme aldığı “’Çuvala Sığmayan Mızrak’: Balkan Türklüğü ve Türkleri” başlıklı yazısını ilginize sunuyoruz.

Geçtiğimiz günlerde, günlük ve gündelik politikanın tartışıldığı, konuşulduğu bir televizyon programında konuşmacılardan birisi, Kuzey Makedonya / Balkan Türklüğü hakkında sadece cehaletin ve gafletin değil, politik ihtirasların da ürünü olan bir lâf etti. Bu talihsiz ve aslında tashihe bile değmeyen çirkin söz asırlardır bir inancın, bir medeniyetin, bir sesin ve “duruş”un bayraktarlığını yapan Rumeli Türklerini değil, biz Türkiye Türklerini de irkiltti. Bir insan nasıl bu kadar cahilce bu kadar bilinçsizce konuşabilirdi?

“Bir kıt’ada askerle değil, milletle durulur…”  

Politikanın ve diplomasinin emrine girmeyen, sadece hakikati bulmak için çalışan gerçek tarih, Viyana’ya kadarki Avrupa topraklarında ama özellikle Balkan coğrafyasında – tabiatın ve daha çok insanın yaptığı tahribâta rağmen – Türklüğün nasıl yapıcı ve yaratıcı bir hamle olduğunu yazar. Türklük evet, bir tarihten sonra Devlet olarak Balkan’dan çekilmiştir ama Millet olarak kalmıştır. Kimin hoşuna gider, kimin işine gelir bilemeyiz ama ebediyete kadar bu böyle olacaktır. Çünkü “güneş balçıkla sıvanmaz, mızrak çuvala sığmaz!” ÇünküTürkler, Asyalı olduğu nispette, bugün Avrupa’nın en eski kavimlerinden olduğunu söyleyenler kadar Avrupalı bir millettir. Osmanlı’nın fetihlerinden çok önce Karadeniz’in kuzeyinden Avrupa’ya inen ve izleri bazı şehirlerin adlarında hâlâ görülen, uzun ve şerefli Osmanlı asırlarında da bu toprağa kök salmış, bu suya şahsiyetini nakşetmiş bir millettir. Bugünkü Türkler de bu güçlü olduğu kadar sanatkâr, yapıcı ve hoşgörülü “fatih” milletin evlâtlarıdırlar.

Tarih en cahillere, gerçeğe duymamak için kulaklarını bal mumuyla en çok tıkayanlara bile şunu söyler: Dünya boşluk kabul etmez. Her zamanda, her devirde birileri güçlü, bir zayıf; birileri zengin, birileri fakir; birileri yönetici, birileri yönetilen olacaktır. Bu böyle olmuştur. Bugün de böyledir. Asıl mesele, kudretli, zengin ve yönetici olanın gücünü nasıl kullandığı ve “öteki”ne nasıl bir hayatı reva gördüğüdür. Bugün, Kuzey Makedonya ve genel olarak Balkan Türklüğünden rahatsız olanların asgarî bir hakikatperestlikle kendilerine şu soruları sormaları gerekir: Bu kadar güçlü ve mutlak hâkim bir idare kurmalarına rağmen, acaba Osmanlı asırlarında değişik etnisitelerin kendileri olmasına ve kendileri kalmasına nasıl müsaade edilmiştir? 600 yıllık bir hâkimiyetin ardından bu milletlerin bugüne “kendileri olarak gelebilmeleri” yani kendi dillerini konuşabilmeleri, evlatlarını kendi kültürlerince yetiştirebilmeleri nasıl mümkün olabilmiştir? Hindistan’da İngilizce’nin; Cezayir, Fas ve Tunus’ta Fransızca’nın; modern dünyanın ismini bile bilmediği bazı uzak okyanus adalarında Felemenkçe’nin, Portekizce’nin, İspanyolca’nın, Fransızca’nın resmî dil olmasının sebebi nedir? Aradaki fark nedir?

İddia sahibi zat, Türklerin Avrupa’ya millet değil asker getirdiğini söylüyor. Yahya Kemal de “bir kıtada askerle değil milletle durulur” diyor. Eğer Türkler Avrupa’ya sadece asker getirdi ise, Balkan’ın her bir dağına-taşına, suyuna-toprağına, ovasına-ağacına sinen, yerleşen bu kültürü kim nakşetmiş, ilmek ilmek kim işlemiş, örmüştür? İşi savaşmak olan ve “emir-komuta” dışına çıkması mümkün olmayan ordular mı?

Türk Milletinin “Ordu-Millet”lerden olduğu söylenir, doğrudur. Ama değişik kıtalarda vârisleri oldukları Romalılar gibi, ataları Selçuklular gibi Osmanlılar da bir ellerinde kılıç, bir ellerinde kalem tutan insanlardı. İslâm’la müşerref bu millet, “büyük cihattan küçük cihada” yönelmek zorunda olduğunun bilinciyle yaptığını nefsi için değil Allah için yapmanın şuurunda idi. Bu sayede Osmanlı’nın bu kadar uzun, temiz ve şerefli bir ömrü oldu.

Dememiz o ki: Bir şehri zapt etmek herhangi bir ordunun işidir. Dünya tarihinde de örneği sık görülen bir şeydir. Fakat zapt ettiği yeri vatan olarak bilen, oraya insanını götüren, hemen mabedini, mektebini, çarşısını, mezarlığını yapan; yolunu, köprüsünü, çeşmesini – hangi dil ve dinden olursa olsun – orada yaşayan herkesin hizmetine sunan Türkler, yerleştikleri hiçbir toprağı bir karargâh, bir “koloni”, işi bitince derhâl çıkacağı bir ticaretgâh, bir pazar olarak görmemiştir. Tersini iddia edenlerin, bir toprakta milletiyle değil askeriyle yaşayan, o toprağı uzun süre sömüren ve sömürecek bir şey kalmayınca terk eden devletler görmek istiyorlarsa bugünkü “medenî” ülkelerin dünlerine ve bugünlerine bakmaları gerekir. Zira bu devletler bir coğrafyayı siyasî, askerî, iktisadî vs. herhangi bir şekilde ele geçirirler, birkaç zaman sonra hesaplarına bakarlar, zarar ediyorlarsa yani kasa açık veriyorsa o toprağı derhâl terk ederler. Çünkü o toprağa hiçbir şey ekmemişler, o toprağa köklerini salmamışlardır. Ayrılmaları da gelişleri gibidir. Duygusuz ve sancısız… Oysa Osmanlı Devleti’nin siyaseten ve askerî olarak çekilmesi nice yüz bin insanın canı ve kanının feda edilmesiyle ve başka türlü olmasının imkânsız olduğunun anlaşılmasıyla gerçekleşebilmiştir. Ve bu çekilme sadece siyasetendir. Çünkü hâlâ Balkan topraklarında Türklük, inanç ve itikatlarına, milliyet ve şahsiyetlerine sahip çıkan ve âidiyetleri konusunda her ağzı olanın ağzına bakmayacak kadar şuurlu bir toplum sayesinde bir nabız gibi atmaktadır.

Türk olarak var olmak, Türk kalmak, Türkçe yaşamak Rumeli Türklüğü için hiç kolay olmamıştır. 20. asrın en zor yıllarında, en zor zamanlarda, Türkiye’den hiçbir yardımın, desteğin gelemediği dönemlerde, bütün baskılara, hâkim devletin, partinin, çoğunluğun hayatının bütün cazibelerine, bütün davetlerine, nimetlerine rağmen diyanet ve milliyetinden feragat etmeyen, Türkçe konuşan, yazan ve yaşayan Rumeli Türkleri mi Türkiye’nin güçlenmesinden sonra Türkleştiler?

Türkiye’nin güçlü olduğu, her şeye ve herkese rağmen daha da güçleneceği doğrudur. Güçlü oldukça, imkân buldukça da sadece Balkanlardaki soydaşlarına değil, kendi hakikatini yaşamak isteyen, baskı ve ötekileştirmeye direnen, şahsiyetine bağlı bütün toplumlara destek ve yardımını esirgemeyeceği de doğrudur. Fakat Balkan Türklüğü, kendi sesini, kendi kültürünü, dilini ve kimliğini muhafaza için ihtiyaç hissettiği gücü yine kendisinden, kendi köklerinden, mazisinden alır, almıştır, alacaktır.

Bu yersiz, mesnetsiz, şuursuz açıklamanın sahibinin Kuzey Makedonya’nın aslî, kurucu topluluklarının hiçbirinin genel kanaatini yansıtmadığını bilmek, Makedonya Türklerinin kolektif sesi olan Matüsiteb’in ve diğer kurum ve kuruluşların bu iddiaya reddiyelerini görmek sevindiricidir.

Ilgili Haberler