Obama yönetimi süresince ABD-İsrail ilişkileri belki de hiç olmadığı ölçülerde gerilmişti. Yeni Amerikan yönetiminin de İsrail siyaseti hususunda benzer bir gerilim potansiyeli taşıdığını iddia etmek mümkün oluyor.
3 Kasım 2020’de yapılan ABD başkanlık seçimlerinin resmi olmayan sonuçlarına göre, Joe Biden seçim yarışını önde bitirerek önümüzdeki dönemde başkanlık koltuğuna oturmaya hak kazandı. Dört yıl boyunca Amerikan siyasetine yön verecek pozisyonuyla Biden “devraldığı enkazı” tamirle uğraşacak.
Biden’ın Obama yönetiminde başkan yardımcısı olarak çalışmış olması önümüzdeki dört yılı anlayabilmek adına kullanışlı bir veri havuzu sunuyor. Dahası, bizzat Obama’nın da siyaseten etkin bir aktör olarak konumlanmaya çalıştığı gözlemlenebiliyor. Bu durumda Obama yönetimiyle Biden yönetimi arasında süreklilikler olabileceğini öngörmek, hata payı düşük bir çıkarım olacaktır.
İç siyasette radikal kırılmaların söz konusu olduğu ABD, parti içi ilişkiler ve dengeler açısından dahi oldukça sorunlu ve ihtilaflı bir geleceğe yelken açmış görünüyor. Bu bağlamda, Biden yönetimi iç siyasetteki uğraşı alanlarından otonomi kazanabildiği ölçüde, dış politikaya Demokratların damgasını vurmak isteyecektir. Fakat Amerikan dış politikası ve onun Orta Doğu bağlamındaki konumu, sorgulanmaya epey açık bir içerik sunuyor. Hegemonik pozisyonunu bir süredir kaybeden ya da bu pozisyondan bir süredir geri çekilmek zorunda kalan Amerikan gücü, Orta Doğu’daki dengeleri etkileyebilme kabiliyetini muhafaza etmekle birlikte, başat aktör olma lüksünü kaybetmiş bir profil arz ediyor.
Bugün ise artık Demokratların seçim zaferiyle şekillenecek bir gelecekten bahsetmek gerekiyor. Bu bağlamda dönüp bakılacak temel referans ise bir önceki Demokrat yönetimin uygulamaları olabilir. Biden’ın aynı zamanda Barack Obama yönetiminde başkan yardımcısı olarak çalışmış olması da önümüzdeki dört yılı anlayabilmek adına kullanışlı bir veri havuzu sunuyor. Dahası, bizzat Obama’nın da siyaseten etkin bir aktör olarak konumlanmaya çalıştığı gözlemlenebiliyor. Bu durumda Obama yönetimiyle Biden yönetimi arasında birtakım süreklilikler olabileceğini öngörmek, hata payı düşük bir çıkarım olacaktır.
Yapısal olarak bakıldığında, Demokratların Cumhuriyetçilere nazaran çok taraflılığa verdikleri önem, uluslararası politikaya bakışlarını da özetler nitelikte. Cumhuriyetçi yönetimlerin tek taraflı uygulamaları hilafına, Demokratlar uluslararası meşruiyeti önemseyen bir profil çiziyorlar ve Amerikan gücünün kullanımı konusunda daha temkinliler. Bu çerçevede, Demokratların uluslararası politikadaki stratejik partnerlerine yükledikleri anlam da daha farklı bir seyir izliyor. Biden yönetiminin uluslararası ittifakları öne çıkaracağına yönelik güçlü beklentiler, haliyle Avrupalı müttefikleriyle daha uyumlu bir görünüm sunmasını da beraberinde getirecektir.
Obama yönetimi süresince ABD-İsrail ilişkileri belki de hiç olmadığı ölçülerde gerilmişti. Obama yönetiminin giderayak BM’de yapılan oylamada İsrail aleyhine çıkan kararda çekimser kaldığı hatırlanabilir. Bunlar alt alta konduğunda, yeni Amerikan yönetiminin de İsrail siyaseti hususunda benzer bir gerilim potansiyeli taşıdığını iddia etmek mümkün oluyor.
Söz konusu uyumun İsrail’e yükleyeceği maliyet ise Filistin sorunu kapsamındaki tek taraflı eylemlerinin ve bu eylemlere “meşru” bir zemin doğuran “Yüzyılın Anlaşmasının” sert bir reaksiyonla karşılaşma ihtimali. Söz gelimi, Biden yönetimi Trump döneminde Kudüs’e taşınan ABD büyükelçiliğini Tel Aviv’e yeniden taşımaktan ziyade, muhayyel Filistin devletine istinaden Doğu Kudüs’e bir diplomatik misyon açarak söz konusu dengesizliğin önüne geçebilir. Bu noktada belirtilmelidir ki Avrupalı güçlerin Filistin meselesi bağlamındaki pozisyonları, iki devletli ve hakkaniyetli bir çözümü esas almaktadır. Bu bağlamda, transatlantik ilişkilerin güçlendirilmesi, Filistin meselesinde doğrudan bir sonuç olarak görülemeyecek olsa da, Amerikan yönetiminin manevra kabiliyetini ciddi biçimde etkileyecek ve belki de önemli bir baskı unsuru oluşturacaktır.
Ayrıca Biden yönetimi söz konusu çok taraflılık uygulamalarıyla birlikte liberal bir dünya düzenini tesis etmeye çalışacaktır. Her ne kadar Amerikan gücünün düşüşü artık bir realite olarak kabul edilse de, stratejik ortaklarına alan açan çok taraflı bir politik anlayışla, Demokratlar söz konusu liberal düzene hayat öpücüğü verebileceklerine inanıyorlar. Bu bağlamda, çok taraflı bir vizyon, Filistin sorunu özelinde daha dengeli bir yaklaşımı dayatacaktır. Nihayetinde Filistin meselesi kapsamındaki olası dengeli tutumuyla Biden yönetimi, Trump yönetimi süresince ciddi erozyona uğramış olan Amerikan imajının uluslararası meşruiyetini tazeleyecek ve dolayısıyla yumuşak güç kapasitesini restore edebilecektir.
Amerikan yönetimlerinin tarihsel olarak İsrail konusunda genel geçer bir tarzda hareket ettiklerine dair güçlü argümanlar mevcut. Lakin özellikle Obama yönetimi süresince ABD-İsrail ilişkileri belki de hiç olmadığı ölçülerde gerilmişti. İsrail Başbakanı Netanyahu’nun 2012 yılındaki Amerikan seçimlerinde Obama aleyhindeki tanıtımlara bizzat katılması hafızalarda yerini koruyor. Obama yönetiminin ise giderayak Birleşmiş Milletler’de (BM) yapılan oylamada İsrail aleyhine çıkan kararda çekimser kaldığı hatırlanabilir. Bütün bu sayılanlar alt alta konulduğunda, yeni Amerikan yönetiminin de İsrail siyaseti hususunda benzer bir gerilim potansiyeli taşıdığını iddia etmek mümkün oluyor.
Obama yönetiminin kadrolarıyla hareket edeceğine yönelik güçlü bir beklenti bulunan Biden, Demokratların İsrail-Filistin konusuna bakışını da ana hatlarıyla temsil edecek gibi görünüyor. Bu bağlamda Biden yönetimi İsrail’in ilhak politikalarına ve yerleşim stratejilerine set çekebilir. Trump yönetiminin biraz da alelacele kotardığı “Yüzyılın Anlaşması” ve bu anlaşmanın sunduğu imkânlar, Biden yönetimi nezdinde desteklenebilir olmaktan uzak görünüyorlar. İsrail’e Filistin’deki hukuk dışı yerleşimleri ilhak edebilme imkânı tanıyan söz konusu plan, Demokratların iktidarında rafa kaldırılabilir. Kaldı ki Biden yönetimi, bütüncül bir yorumla değerlendirildiğinde, “Yüzyılın Anlaşmasından” Trump yönetiminin karakteristiğini taşımasından dolayı da memnuniyetsizlik duyacaktır. Hakkaniyetli bir perspektifi benimseyebilmek ve Filistin yönetimini sürece dâhil edebilmek adına, Biden yönetiminin farklı bir güzergâh keşfetmesi beklenebilir.
Trump yönetimi döneminde İsrail’in elde ettiği kazanımlara yeni dönemde halel gelmeyeceği beklense de, İsrail-Arap yakınlaşması sürecinde birtakım problemli dönemeçler söz konusu olabilir.
Trump yönetiminin tek taraflı eylemlerine bir örnek olarak “Yüzyılın Anlaşması”, Biden yönetimi döneminde yeniden güçlendirilecek transatlantik ilişkiler bağlamında da akamete uğrayabilir. Bu açıdan bakıldığında, Avrupalı güçlerin özellikle AB değerleri üzerinden yapacakları eleştirilerin kapasitesi, İsrail’in stratejik hesaplarını zora sokabilir. Lakin bugün itibarıyla farklı bir değerlendirme yapmak da mümkün. Günümüzde İsrail, özellikle Doğu Akdeniz’deki gaz rezervlerinin oluşturduğu atmosferde, hızlı bir biçimde Yunanistan-Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) ikilisiyle askeri bir angajmana girmiş durumda. Söz konusu iki ülkenin Avrupa Birliği (AB) karar alma süreçlerinde İsrail lehine bir payanda olmaları, hâlihazırdaki ilişkilerinin seviyesi göz önünde bulundurulduğunda, hiç de şaşılacak bir sonuç değil. Bu bağlamda İsrail, AB nezdinde iki önemli müttefik elde etmiş görünüyor. Her şart altında, Biden yönetiminin Avrupalı güçlerle ilişkilerini konsolide etmesi, bir seviyeye kadar İsrail’e yönelik eleştiri düzeyini artıracak olsa da, AB nezdinde girişimler üzerinden sonuç alınmasını sağlayabilecek bir potansiyelden uzak.
Özellikle Trump yönetimi döneminde İsrail’in elde ettiği kazanımlara halel gelmeyeceği beklense de, İsrail-Arap yakınlaşması sürecinde birtakım problemli dönemeçler söz konusu olabilir. Bugüne kadar yapılan üç normalleşme anlaşmasından ikisi, Amerikan yönetiminin ya silah satışlarıyla ya da sağlayacağı diplomatik kolaylıklarla mümkün olabildi. Bu açıdan bakıldığında hem Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) hem de Sudan’la yapılan normalleşme anlaşmaları, aslında büyük oranda Amerikan yönetiminin eserleriydiler. İran tehdidinin temizlendiği bir atmosferde İsrail-Arap yakınlaşması için makul bir referans objesi bulunsa da, Amerikan gücünün zorlayıcılığı, söz konusu normalleşme sürecini hiç değilse hızlı bir biçimde mümkün kıldı.
Yeni Amerikan yönetiminin destek vermediği ya da İran’la tesis edeceği bir anlaşma yoluyla anlamsızlaştıracağı bir güvenlikleştirme süreci, bugün iyiden iyiye belirginleşen İsrail-Arap yakınlaşmasının da altını oyabilir.
Fakat bu aşamada Amerikan yönetiminin politikaları açısından bir rezerv koyma ihtiyacı doğuyor. İlk olarak belirtilmeli ki Biden yönetimi de diğer Demokrat yönetimler gibi liberal bir dünya vizyonuna sahip. Bu bağlamda, demokrasinin promosyonu bir dış politika aracı olarak işlevselleştirilecektir. Bir diğer ifadeyle, Biden yönetiminin Arap otokrasileriyle uyumsuz bir görünüm sergilemesi gayet mümkün görünüyor. Kaldı ki bir uç nokta olarak, 2018 yılında Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın katledilmesi (her ne kadar Trump yönetimi döneminde örtbas edilse de) artık başlı başına büyük bir problem oluşturacağa benziyor. Söz konusu cinayette oynadığı başat rol sebebiyle, Suudi veliaht prensi Muhammed Bin Selman’ın siyasi kariyeri önümüzdeki dört senelik süre zarfında yavaşlayabilir. Biden yönetimiyle uzlaşı aramak zorunluluğu hissedecek Arap otokrasilerinin iç siyasetteki hamleleriyle kendilerini anlatma çabalarına tanıklık edebiliriz. Bu açıdan değerlendirildiğinde, Arap otokrasilerindeki dönüşüm sürecinin en azından vitrin düzenlemeleri bağlamında hızlanması da beklenebilir.
Lakin burada da istisnalar mevcut. Yine dönüp Obama yönetiminin performansına bakmak, bu noktada açıklayıcı olabilir. Her ne kadar liberal bir dünya vizyonuyla hareket etmiş olsa da, Obama yönetimi (belki de bizatihi tetikleyicisi olduğu) Arap Baharını ve söz konusu halk hareketlerinin Arap dünyasında meydana getirebileceği demokratikleşme potansiyelini öksüz bırakmıştı. Bir çelişki olarak görülebilecek bu durum, özellikle Mısır’da gerçekleşen 3 Temmuz 2013’teki askeri darbeye karşı Amerikan yönetiminin takındığı umursamaz tutumla perçinlenmişti. Bu bağlamda, Amerikan yönetimlerinin stratejik hesaplarının vizyoner pozisyonlarına galebe çaldığı iddia edilebilir ve Biden yönetiminden de benzer bir performans beklenebilir. Arap otokrasilerine karşı pragmatik bir pozisyon, Amerikan yönetimleri açısından kullanışlı görünmektedir.
Ayrıca yukarıda bahsi geçen İran tehdidinin güvenlikleştirilme süreci de bu dönemde akamete uğrayacak gibi görünüyor. Trump yönetiminin 2015 yılında imza edilen İran Nükleer Anlaşması’ndan tek taraflı bir biçimde çekilmesi ve akabinde İran’a yönelik güçlü bir pozisyon belirlemesi, İsrail dış politikasının temel dayanaklarından birini oluşturmuştu. Fakat Biden yönetiminin söz konusu anlaşmaya tekrar döneceğini belirtmesi, İran’ın bir tehdit olarak kabul edilmesi sürecini sekteye uğratabilir. Bu açıdan bakıldığında, Amerikan yönetiminin destek vermediği ya da İran’la tesis edeceği bir anlaşma yoluyla anlamsızlaştıracağı bir güvenlikleştirme süreci, bugün iyiden iyiye belirginleşen İsrail-Arap yakınlaşmasının da altını oyabilir. Bu açıdan bakıldığında, özellikle de meşruiyet zeminini kaybetmesi durumunda, İsrail-Arap yakınlaşması otokratik Arap rejimlerinin istikrarsızlaşmasını da beraberinde getirebilir.
Bu aşamada belirtilmesi gereken çelişkili bir nokta ise aynı sürecin İsrail-Arap yakınlaşmasını daha da hızlandırabilme ihtimali. Daha ziyade teorik bir çerçevede düşünüldüğünde, ortak bir tehdit olarak görülen İran’a karşı İsrail ve Arap ülkelerinin yakınlaşması ve bir ittifak ilişkisi geliştirmesi, kâğıt üzerinde beklenebilecek bir sonuç. Lakin yukarıda da ifade edilen İsrail-Arap normalleşme anlaşmaları, özellikle Trump yönetiminin yoğun baskılarıyla gerçekleşmişti. Bu bağlamda, Arap otokrasilerinin İsrail’le normalleşme anlaşmalarından beklentileri, İran’ı dengelemekten önce, Amerikan silahlarına ve diplomatik desteğine sahip olmaktır. Kısacası, söz konusu İsrail-Arap yakınlaşmasının hızlanabileceğine yönelik öngörüler, Biden yönetiminin Arap beklentilerini ne ölçüde karşılayabileceğiyle doğru orantılı.
Sonuç olarak, Biden yönetiminin olası politikaları İsrail kamuoyunda da yoğun bir biçimde tartışılıyor. Hatta Netanyahu’nun sosyal medya profilindeki Trump’la çekilmiş fotoğrafını hala değiştirmemiş olması, İsrail’in yeni seçilmiş Amerikan yönetimine bir mesajı olarak düşünülebilir. Netanyahu her ne kadar Cumhuriyetçi-Demokrat ayrımı gözetmediğini dile getirse de, Cumhuriyetçi Trump yönetimi İsrail’e “altın çağını” yaşatmıştır. Neredeyse bütün sorunlu ulusal güvenlik ve dış politika konularında İsrail, Trump yönetiminin desteğiyle bir “çözüme” kavuşmuştur. Bu “altın çağın” Biden yönetimiyle kapanması daha olası görünüyor.
[Dr. Ceyhun Çiçekçi Bandırma Onyedi Eylül Üniversitesi’nde öğretim görevlisidir ve “Küresel ve Bölgesel Güçlerin Ortadoğu Politikaları: Arap Baharı ve Sonrası” isimli kitabın ortak editörüdür]